Eternity and a Day, 1998



    Yönetmen: THEODOROS ANGELOPOULOS  |  
FRAGMAN>>>


Cat power - Moonshiner

Das Fräulein, 2006


    Yönetmen: Andrea Staka  |  FRAGMAN>>>

Abluka, 2015


Yönetmen: Emin Alper

20 yıl hapis yattıktan sonra, Kadir şartlı tahliye olur. İstanbul büyük bir siyasal karmaşa içindedir, polis ise failleri yakalamak için önlemlerini her geçen gün arttırmaktadır. Kadir bir çöp toplayıcısı gibi çalışarak gecekondu mahallelerinde muhbirlik yapmaya başlar. Çöplerde bomba yapım malzemeleri olup olmadığını araştırmakta, buna göre istihbarat bilgisi üretmektedir. Kadir, kardeşi Ahmet'i çalıştığı mahallelerden birinde bulur. Ahmet ise belediyede sokak köpeklerinin itlafından sorumlu birimde çalışmaktadır. Ahmet, Kadir'in yakın bir abi-kardeş ilişkisi kurmak için çabalarını karşılıksız bırakır. Ahmet'in mesafeli tutumu, Kadir'i çeşitli komplo teorileri üretmeye yöneltir.

Zeki Demirkubuz söyleşisi | "Kor" üzerine



Utku Ögetürk: Öncelikle, uzun zamandır merakla beklediğimiz Kor bu hafta vizyona girdi, tebrik ederiz. Kor’dan önce genel bir Zeki Demirkubuz sineması ve sizin yönetmenliğe nasıl başladığınız hakkında kısaca konuşmak istiyoruz.
“Bunlar film çekiyorsa ben de çekerim.” diyerek başladım…
Zeki Demirkubuz: Aslında sinemaya başladığım, ilk filmimi çektiğim dönemde bile kafamda ben sinema yapacağım diye bir fikir yoktu. Sinemaya bir emekçi olarak başlamıştım ve asistanlık yaparak hayatımı kazanıyordum. Yönetmenliğe, piyasaya ve işini iyi yapmayan yönetmenlere duyduğum öfke yüzünden başlamaya karar verdim. “Bunlar film çekiyorsa ben de çekerim.” diyerek ilk adımı attım. Sinemayla gerçek bağım Masumiyet’ten sonra kuruldu. Sinemanın değerini ikinci filmimi yaptıktan sonra fark ettim. Çok komik ama o zamana kadar festivallere başvurmayı bile bilmezdim.

U.Ö: Masumiyet, Venedik’te gösterilmişti.
Z.D: Evet ama tesadüfen. İlk onlar istedi çünkü. Sinemaya dair hiçbir bilgim ve hazırlığım yoktu. Daha doğrusu ilgisizdim, hala da öyleyim. Film yapma sürecini çok seviyorum ve tutkuyla yapıyorum ama sonraki aşamalarında çok sıkılıyorum.
Ve sinemanın anlamını edebiyatla benzer şekilde kurarak devam ettim. Zaten dikkat ederseniz, Masumiyet’ten sonra biçimden ahlaki tutumlarına kadar filmlerimde çok değişiklikler oldu. Üçüncü Sayfa’dan itibaren filmler sadeleşmiş neredeyse başka bir yola girmiştir.

U.Ö: Sektöre başkaldırıdan, kendi tarzını oluşturan genç bir sinemacıdan bahsediyoruz o zaman?
Z.D: Buna başkaldırı demek fazla olur. Ben 12 Eylül de yargılandığım, siyasi kimliğimi bile bir başkaldırı duygusuyla değil olayların gidişi, can sıkıntısı, ya da birilerine inat olsun diye yaşadım. Yani o zamanlar bile bir şeye başkaldırma derdim ve bilincim yoktu.
Ayrıca birine, bir şeye başkaldırmayı çok zahmetli ve abartı buluyorum. Hayatta kimseye o kadar değer verdiğimi, o kadar önemsediğimi zannetmiyorum. Ve bu başkaldırı meselesini “varoluş gururu” açısından pek de iyi bulmuyorum. Zaten bu yüzden, bu gibi konularda hiçbir zaman bir şey olamadım, deneyip istememe rağmen hep kafam karıştı, hep yabancılaştım. Ne Marksist olabildim ne devrimci, ne de başka bir şey. Ayrıca bu ülkenin muhaliflik ve başkaldırı geleneği bana başkaldırdığın güç tarafından tersinden belirlenmek gibi geliyor. Yani varlığının karşı çıktığın güce bağımlı hale gelmesi gibi…
Bir de zamanla şunu fark ettim ki, en büyük başkaldırı insanın kendi kalbine, kendi düşüncelerinize kendi içine dönmesiyle mümkün. Bunu yapabilen bir insanı hiçbir iktidar, hiçbir güç ele geçiremez.

U.Ö: Peki, etkilendiğiniz yönetmen veya yönetmenler var mı?
Z.D: Yok. Eskiden beri tabii ki Yılmaz Güney’in bir filmini izlediğim zaman onun daha farklı olduğunu, onun sinemasının daha başka bir şeye imkan sağladığını hissedebiliyordum. Örneğin; Baba filmi. İlk izlediğimde çok şaşırmıştım ve o zamana kadar izlediğim hiçbir Türk filmine benzemiyordu ve hayat hakkında büyük bir duygu edinmeme neden olmuştu.
Zaten ne yönetmenleri tanıma şansım, ne de böyle bir kültürel geleneğim vardı. Sinemaya 93-94 yıllarında başladım, 92 yılında sinefil arkadaşlarım bana bir film izlettiler; filmde birinin çocukluğu anlatılıyordu. İzlerken çok sıkıldım, zaman zaman uyudum. Filmden çıktıktan sonra da filmi bana izleten arkadaşlarıma kızdım, aşağıladım. Fakat günler sonra film kafama takılmaya başladı. Ne zaman çocukluğumu düşünsem aklıma o film geliyordu. Sonra arkadaşlarıma sordum filmi, Tarkovski’nin Zerkalo (Ayna)’su çıktı. Ayna filmi, Tarkovski’nin filmi değil; benim çocukluğumu anlatan bir filmdi sanki. Çocukken ne yaşadıysam, ne hayal ettiysem, korkularım, endişelerim, hayatımda ne varsa hepsini anlatmıştı adam. Sonra Stalker’ı seyrettiğim zaman insanlığın anlam arayışının varabileceği en son noktanın bu olabileceğini anladım. Sonra Tarkovski sayesinde Bergman’ı keşfettim. Bergman’ı görünce Tarkovski’nin sinemasının bir kaynağını keşfetmiş oldum. Sonra Bresson ile tanıştım, belki hepsinden daha fazla etkilendim. Sonra Ozu’yu… Tokyo Hikayesi’ni seyredince inanamadım. Bu şekilde birçok filmden, yönetmenden etkilendim. İnsan olarak bana birçok zenginlik kattılar. Fakat, hiçbir zaman film yapma sürecimde etkili olmadılar. Ama film yapma ahlakı olarak etkilenmişimdir.

G.Ç: Zaten sinemanızda da izleri yok, filmlerinizde de etkilenmeden bahsetmek mümkün değil…
Z.D: Benim yaptığım sinemanın dünyada çok örneği yok. Böyle bir sinema 60’larda biraz yapıldı sonra terk edildi. Biçimi arka plana alıp, oyunculuk, mizansen ve temaları öne çıkaran klasik anlamda bir sinema yok artık.

G.Ç: Film isimlerinizi ciddi anlamda titizlikle seçmeye çalıştığınızı biliyorum. Genelde tek kelime ya da söz öbeği seçiyorsunuz. Bunun sebebini öğrenebilir miyiz?
Z.D: Aslında çok önemli bir konu değil benim için. Ama mümkünse tek kelime seçmek istiyorum. Tek kelimeyle mevzusunu iyi anlatan ve az şey söyleyen isimleri seviyorum. Başka filmlerden örnek verecek olursam; Yol. Çok güzel, çok basit. Seyirci ile çok fazla ortaklık kurmuyor. “Para” mesela Bresson’un. Japon, Carlos Reygadas’ın.


U.Ö: Sürü mesela.
Z.D: Sürü, şahane isim. Zaten Yılmaz Güney bu konularda çok iyi. Biraz ondan etkilenmiş de olabilirim bu konuda. Baba, Duvar… Buna dikkat ediyorum fakat zor da kalırsam ikinci bir isim de koyabilirim tabii ki. Seyircinin vicdanıyla çok, duygularıyla az şey paylaşmaya çalışıyorum. Tıpkı müzik kullanımı, kamera hareketleri ve diğer öge ve olanakların kullanılmasında olduğu gibi… Seyirciye müdahale etmesin istiyorum. Her şeyin paylaşılabilir ve iki kişilik olmasını istiyorum. “Kor” mesela. Kor neydi falan desin seyirci. Düşünerek ve merak ederek paylaşsın. “Çok güzel ya, çok sevdim” deyip sazan gibi hemen atlamasın.


G.Ç: Kader ve Yazgı’da düşünmüştüm aslında. İkisi de aynı anlama gelen kelimeler. Ama Camus onun bir açıklamasını yapıyor. “Kader”i bizim yönlendiremeyeceğimize dair ancak “Yazgı”yı yönlendirebileceğimize dair.
Z.D: Ben şöyle düşünüyorum. Kaderin daha muğlak yazgının ise alın’a yazılan, mutlaka yaşanmak zorunda olan olduğunu düşünüyorum.

U.Ö: Son filminiz Kor’a gelecek olursak. Yanlış bilmiyorsam Kor’un yazım sürecinin başlaması çok daha eskiye dayanıyor. Kor’u ne zaman yazmaya başladınız? Yazım aşaması uzun süren senaryolarda yıllar içinde bazı değişiklikler olur, Kor’un yazım sürecinde böyle değişiklikler oldu mu?
Z.D: Oldu tabii. 96 yılında başlamıştım. Neredeyse 20 yıl olmuş. Size şöyle söyleyeyim buradan yani bu senaryodan Üçüncü Sayfa çıktı, Yazgı çıktı. Zaten Kor’da görmüşsünüzdür göndermeleri de var. Filmlerimdeki patron, kız, kocası üçgenleri, görmemezlikten, bilmemezlikten gelme fikirleri hep bu senaryodan çıktı. Yazgı da Musa’nın hissedemediği ve önemsemediği “görmezlikten gelme”nin tam zıddı, İtiraf’ın başka versiyonu… Aslında diğer tüm filmlerimde bir şekilde Kor’un senaryosunun etkileri oldu. Beni hep besledi.
Ama bazen olmayınca olmuyor işte. Suç ve Ceza gibi mesela. Yıllarca çalıştım, binlerce sayfa yazdım ama hala yarısına kadar bile gelemedim, Kor da biraz öyle oldu. En önce buna başlamama rağmen Üçüncü Sayfa çekildi, Yazgı çekildi, bu kaldı. Senaryoyu 2005-6 da filan bitirdim. 2006 da Kader büyük bir para ödülü kazanmıştı, ben bu parayla bir film daha çekeyim dedim ve hemen sonra hiçbir yerden destek almadan 2007’de Kor’a başladık. İki ay falan hazırlık yaptık. Fakat çekimlere bir hafta kala başrol oyuncusu kızı değiştirdim, sonra başka aksilikler oldu. Bir hafta falan çektik. Sonra baktım pek istediğim gibi olmuyor, iyi hissetmedim ve çekimleri durdurdum. Çektiklerimizin hepsini çöpe attık. Sonra Kor’dan biraz soğudum, başka hikayelere yöneldim.

U.Ö: Üç Maymun ve hikayesi ile ilgili benzerlikler ilk günden bu yana konuşuluyor. Bu konuda bir şey söylemek ister misiniz?
Z.D: 2006’dan bu yana Nuri Bilge Ceylan’ın hiçbir filmini seyretmedim. O yüzden bir şey söyleyemem. Merak da etmiyorum. Ayrıca bu konunun neden hep bana sorulduğunu anlamıyorum.

U.Ö: Filmin 35. İstanbul Film Festivali’ndeki gösteriminden önce “Film, 145 dakika ama inanın 80 dakika gibi hissedeceksiniz, başladığı gibi akacak ve bitecek.” dediniz filmden sonra ise esprili bir şekilde “Ben çok daraldım, film süresini hissettiriyormuşum” dediniz. (gülüyoruz) Şimdi gösterimden sonra biraz zaman geçti ve bu konudaki fikrinizi merak ediyorum.

Z.D: Seyirci ile film izlemek stresli iş. Seyirci meselesi bende hep stres yapıyor zaten. Yanılmıyorsam hayatımda ikinci kez seyirci ile birlikte bir filmimi izledim ve zorlandım. Çünkü seyircinin beklentisini hissediyorsun, mutlu olsun, filmi sevsin istiyorsun. Sevilmek istedin mi işler ve ilişkiler hep zorlaşır. Çünkü bunu istediğin zaman beklentilere uygun davranmaya, bunu yapınca da kişiliğini, kendini unutmaya başlarsın. Bu da insanı yalan söylemeye, olmadığın biri gibi davranmaya kadar götürür. Bir bakmışsın şebek olmuşsun ama haberin yok.





U.Ö: Kor’un sinematografisini, senaryosunu özellikle de diyaloglarını çok beğendim. Açıkçası Türkiye sinemasında diyalog yazımında yetersiz kalındığını düşünüyorum. Sizin filminiz bu açıdan çok güçlü ama bu diyalogların gücünü seyirciye geçirebilmek için de iyi oyuncularla çalışmak ve iyi mizansen olması gerektiğini düşünüyorum. Bu filmde oyuncu seçiminde nelere dikkat ettiniz ve son halinden ne kadar memnunsunuz?
Z.D: Oyunculuklardan çok memnunum. Filmi bilemem, beğenen olur beğenmeyen olur kolay film değil ama bütün oyuncular üst düzeyde. Hatta hayranlık uyandırıcı. Bu konuda kimse gık diyemez.
Sahnelere, diyaloglara, yıllarca çalışırsanız, emek verirseniz; oyuncunun eline iyi bir metin verirsiniz, oyunculuklar da iyi olur.
Türkiye’de bu oyuncu işleri çok karışık olmaya başladı. Bir yanıyla ben çok beğeniyorum, hızla gelişiyor. Şu sıra bir oyunculuk devrimi yaşanıyor sanki. Örneğin Sarmaşık filminin oyunculuklarına bakın, Sivas’ın, Anayurdu’nun ve birçok filmin oyunculuklarına bakın. Gerçekten önemli bir gelişim var. Ama bazı açılardan köreltiyor da. Sektör gibi oyunculuk meselesi de ilginç bir yere doğru gidiyor.
Caner Cindoruk ile uzun zamandır çalışmak istiyordum ama o sırada dizisi varmış. Tam o aşamada bitmiş ve tesadüf oldu, çalışma fırsatı oldu çok da güzel oldu. Caner büyük oyuncu, bazı sahneleri çekerken dalıp gittiğim oldu. Çok içten, çok inandırıcı oynuyor. Sanki yıllarca bu filmde oynamayı beklemiş gibi bir hali vardı.
Taner Birsel ile 2003’te İtiraf da çalışmıştık. İtiraf belki de Türkiye sinema tarihinin oyunculuk açısından en zor işlerinden biridir. Neler yaşadık anlatamam…İş bittikten sonra uzun bir süre benimle konuşmadı. Ama Taner (Birsel) o kadar güvenilir bir insandır ki, istersen düşmanın olsun bir kez tamam dedi mi her şeyini, ruhunu verir. Bir de tanıdığım en fedakar insanlardandır.
Aslıhan Gürbüz’ü yıllar önce bir dizide izlemiştim. O zamandan beri çalışmayı çok istiyordum. Hayatımda gördüğüm en yetenekli birkaç kadın oyuncudan biri. İnandırıldıktan sonra oynayamayacağı hiç bir rol yok. Sezgileri inanılmaz bir kız.

U.Ö: Cemal’in her şeyi sineye çekmesine odaklanmak istiyorum. Tüm karakterler onca yaşanmışlıklara rağmen hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyorlar. Bu sanırsam artık Türkiye insanına dair bir “hastalık” olmaya başladı. Her şeyi hemen sineye çekiyoruz, unutuyoruz. Biz artık yaşanan onca şeyden sonra ertesi sabah kalkıp hayatımıza hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliyoruz. Bu siyasi konularda da böyle bireysel yaşamlarımızla ilgili de. Siz burada özellikle Cemal’in her şeyi sineye çekişini bununla mı ilişkilendiriyorsunuz? Yoksa bu sadece Cemal ile ilgili, o karakter özelinde bir davranış biçimi mi?
Z.D: Ben bunu sadece Türkiye ile de sınırlamıyorum. Türkiye’de çektiğim için kültürel olarak tabii ki Türkiye’nin izlerini taşıyor fakat bunlar dünyanın her yerinde yaşanan, yaşanabilecek hikayeler ve olgular bunlar.
Bana göre bu insan doğası ile ilgili bir mesele, bütün insanlığa ait bir şey. Buna batı toplumları da dahil. Toplum olma hali, beraber olma hali zaten iki yüzlülüklerin, riyakarlıkların, çıkarcılığın üzerinde oturan, bunlarla şekillenen, bu şekilde yaşayabilen bir yapıdır. Her ölü insan bedeninin bir yığın karanlık sırlar üzerinde yatması gibi her toplumda bir yığın riyakarlığın, bir yığın görmezlikten gelmelerin, göz yummaların üzerinde yatar. Bu tek bir insan için bile böyleyse toplumsal düzeyde çok daha korkunçtur. Ama Türkiye’de film çektiğim, bu ülkede büyüdüğüm ve bu ülkenin ikiyüzlülüğünü, riyakarlığını çok daha doğrudan hissettiğim için bunlar doğal olarak Türkiye ile daha fazla ilgili gibi gözüküyor. Ve öyle zaten.
Bu anlamda ne Cemal’i ne de diğerlerini kötü bir karakter olarak da yazmadım. Yaşamaya çalışmak, böyle bir hayatta var olmak biraz Cemal gibi olmak zaten, biraz öyle bir şey. Bir filmde izleyip ya da uzaktan, karısının aldatmasına göz yuman adama “gavat” demek kolay ve haklı olabilir ama yaşamda bu, bu kadar basit olmuyor. Adam bunu çocuğu için mi yapıyor, karısını gerçekten sevdiği ve kaybetmek istemediği için mi yapıyor… Bu kısmı karışık. Sorular kolay soruluyor ama cevaplarını vermek kolay olmuyor. Daha trajik olanı, bunlarla yaşamaya devam etmek zorunda olmamız. Yaşamaya devam etmek istiyorsak bunun şimdilik başka bir yolu da yok zaten. Ben en azından politik angajmanların, siyasetin uzağında onların tuzağına düşmeden onların yaratamadığı vicdanı dikkate alarak meseleyi ortaya koymaya çalıştım. Görmeden, duymadan, susarak nasıl bir hayatımız olabileceğini bize bir tek film ya da roman gösterebilir; hikayeler gösterebilir. Bunu paylaşmak istedim.
Beni eleştiren kadınlar hata yapıyorlar.


G.Ç: Diğer filmlerinizle kıyaslayacak olursak örneğin Üçüncü Sayfa’da da Masumiyet’de de karakterler intihar ediyordu. Orada Camus üzerinden alırsak meseleyi en önemli felsefi sorunsal intihar meselesidir. Bu iki filmle kıyaslayacak olursak bu kez tam tersine karakterinizi eylemsiz bıraktınız.
Z.D: Onlar o karakterlerin gerçekliği içinde intihara vardılar. Siz söyleyince ben de düşünüyorum. Benim hatırladığım üç filmde karakterler intihar ediyor. Ama bunların kim olduklarına bakınca üçü de saf insanlar. Kendilerine rağmen yaşayamayan insanlar. Hayatta kalanlar kendilerine rağmen yaşayabilenler. Ve Cemal bunların doruk noktası.

U.Ö: Bir de filmlerinizdeki kadınlar ve bu konuda aldığınız eleştiriler var. Şimdi siz izlemediğinizi söylediniz ancak benzer konusu olan Üç Maymun’dan örnek verecek olursak orada kadın “Ne olur beni bırakma.” diyebilecek kadar kendini düşürürken Kor’da daha güçlü bir kadın figürü çıkıyor karşımıza.
G.Ç: Bir kadın olarak özellikle ben yanlış anlaşıldığınızı düşünüyorum; çünkü, yine bence, aslında kadınların gücünü ön plana çıkararak erkeklerin acizliğini, çaresizliğini daha doğrusu erkek egemen dünyanın, erk düşüncesinin yozlaşmışlığını gösteriyorsunuz.
Z.D: Özellikle yapmıyorum bunları; ama bu konuda beni eleştirenler hata yapıyorlar. Türkiye’de bir süredir çok bariz bir şekilde görülen siyasi bölünmüşlük, düşmanlık ve kendini siyasi ve hayat görüşüne göre konumlama hali herkesi, düşünen ve aydın insanları bile etkisine almış durumda. Ve bu konuda büyük bir histeri yaşanıyor. Mesela kendini feminist ya da kadın hakları savunucusu olarak niteleyen birisi, bir tür algıda seçicilik ile her türlü meseleye direkt buradan bakıyor. Bir film izlerken bile, bir tür role dönüşmüş bu yanını unutmuyor ve sonunda mutlaka bir şey buluyor. Bazen bir film izlediğini unutup çok ileri gidenler de oluyor ama bu benim çözebileceğim bir konu değil. Biri düzgünce bir şey söylerse dinlerim, tartışırım, açıklarım ama histeri geçirenlere bir şey yapamam.


G.Ç: Bulantı’da Sartre, Yazgı’da Camus, Bekleme Odası’nda Dostoyevski, Yeraltı’nda yine Dostoyevski … Hem isimleriyle hem de başlı başına kendileriyle serbest bir edebiyat uyarlaması olan filmler. Kor’da da yine bu şekilde bir edebi metinden ilham aldınız mı ya da esinlendiniz mi?
Z.D: Hayır esinlenmedim. Üçüncü Sayfa’yı, Masumiyet’i, Kader’i ve İtiraf’ı ayırabiliriz. Aslında bahsettiğin filmler dışında çok yok; ama edebiyatın etkisi bütün filmlerde hep var.

U.Ö: 34. İstanbul Film Festivali’nde jüri başkanıydınız ve Ulusal Yarışma’da Bakur filmine uygulanan sansür sebebiyle yarışmalar iptal edildi, yönetmenler filmlerini çekti. Bu sene benzer bir süreç yaşansaydı geçen sene diğer sinemacıların yaptığı gibi filminizi festivalden çeker miydiniz?
Z.D: Benim bu konularda hayatım boyunca genel kararlarım olmadı ve genel şeyler yapmadım. Bu, yaşanan duruma bağlı gelişebilecek bir şey. Yani bu sansüre uğrayan filmin derdine, filmi çekenin ne söylediğine bağlı olarak bende bir sorumluluk duygusu yaratırsa çekerdim. Yaratmazsa açıkçası umurumda olmazdı. Böyle şeyler Türkiye’de büyük tuzaklardır. Örneğin biri filmini artistlik olsun diye de çekebilir, ilgi görmek için de çekebilir. Ben onun böyle olduğunu düşünüyorsam neden filmimi çekeyim ki? Ama bende bir sorumluluk duygusu yaratıyorsa çekerim. Geçen sene öyle oldu. Zaten Festival sonrası Türkiye’deki gelişmeler Bakur filmine haksızlık yapıldığını doğruladı. Bakur filminin yasaklanması, katırların katledilmesi gibi küçük olaylarla başlayan süreç bugünkü bu utanç verici aşamaya kadar geldi. O yüzden ben böyle şeyleri Süleyman Demirel’in, dediği gibi ‘doğmamış çocuğa don biçmeden’ bizzat söz konusu olay üzerinde değerlendirmeye çalışırım.
Bundan sonra Türk jürilerine su bile yok.


G.Ç: Aslında festivallerle ilgili bir soru daha sormak istiyoruz. 2012 yılında Yeraltı’yla katıldığınız Adana Altın Koza’dan sonra tweet atmıştınız: “Kendileri jürilik yapsın diye film yaptığımı düşünen gerzeklerden çok sıkıldım artık. Bundan sonra Türk festivallerinde yarışmak yok”. Yanlış hatırlamıyorsam o zaman birçok sinema yazarı sizi destekledi, doğru söylediğinizi düşündüler. Peki, Türk festivallerinde yarışmak yok dediniz ama bu sene İstanbul Film Festivali’nde uluslararası yarışmada yarışıyorsunuz. Bu değişimin sebebini sormak istiyorum.
Z.D: Birçok sinema yazarı desteklemedi, pek hatırlamıyorum ama en fazla bir iki kişidir. Sorunuza gelince; demek ki, daha ayrıntılı yazmak lazımmış. “Bundan sonra Türk jürilerin olduğu festivallere film yok, ya da uluslararası yarışmalar hariç” falan demek gerekiyormuş..
Şaka bir yana, aslında böyle şeyleri açıklamaya, angaje olmaya hiç gerek yok. Ne festivaller, ne seyirci, ne sektör kimsenin böyle şeyleri dert ettiği, hatırladığı da yok. Zaten Türkiye’de böyle şeyler ancak birilerinin işine geldiği zaman sana karşı kullanmak, seni sıkıştırmak ve vurmak için akla gelir, bunun dışında kimsenin umurunda olmaz.
Ayrıca ben buna Yeraltı’ndan sonra karar vermedim. İlk filmimden beri defalarca yaptım. Defalarca bazı adamlar jürilerde olduğu için festivallere film vermedim. Mesela Yeraltı ondan önceki yılki Adana festivali zamanında hazırdı ama jürideki bazı kişiler yüzünden vermedim. Bunu boş verin 13 senedir SİYAD ödülü almıyorum, ister aday olsun ister ödül versinler gitmiyorum. Ama bu konuda benden ya da yazarlardan en ufak bir şey duydunuz mu bugüne kadar? Ne onların umurunda ne de benim.
Bu konudaki tek üzüldüğüm nokta, oyuncuları ve ekibi de angaje etmiş olmam. Biraz bencilce bir karar ama artık yapacak bir şey yok. Bundan sonra Türk jürilerine su bile yok artık. Gerçi uluslararası yarışmalar hariç demeyi atlamışız ve sözümüzü yemişiz ama neyse… Kazasını tutarız.
Tayyip Erdoğan “Ben bu entellerin filmlerini bir sene boyunca oynatacağım.” dese, ne olur? Kaç kişi izler bu filmleri?


U.Ö: Son sorumuz. Türkiye’de ciddi bir dağıtım sorunu yaşanıyor şu anda. Ve İstanbul Film Festivali’nde gösterilen Kapalı Gişe belgeseliyle bu konu masaya yatırıldı. Siz Zeki Demirkubuz olarak bir isimsiniz. Tabii ki birçok yönetmenden bu konuda çok daha şanslısınız ancak sizin filmlerinizde kopya sayısı olarak büyük rakamlara ulaşmıyor bu ülkede.
Z.D: 25, 30’dan fazla kopyayla girmiyor filmlerim açıkçası girse de ben sokmam.

U.Ö: Siz ne düşünüyorsunuz bu tekelleşme ile ilgili?
Z.D: Bu konunun iki yanı var. İlki tekelleşme ile ilgili eleştirilerin haklı olduğu, yani bir tekelleşme olduğudur. Diğer yanı için şöyle bir şey düşünelim.
Mesela Tayyip Erdoğan’a vahiy inse ve bütün bu vizyona giremeyen, haksızlığa uğradığını düşündüğümüz, benimkiler de dahil bütün filmleri ve yönetmenlerini kastederek dese ki, “ Eyy, Mars grubu, ben bu çocuklara çok üzülüyorum kardeşim, sen çekil kenara.” dese…Yani bazı alanlarda yaptığı müdahaleleri sanat sineması için de yapmaya karar verse, ve “Ben bu entellerin filmlerini bir sene boyunca oynatacağım.” dese, ne olur? Mesela bir sene boyunca oynatsa, bununla da yetinmeyip, mesela bilet 10 TL mi, 8 TL’sini ben veriyorum milletim sadece 2 TL versin, aydınlansın dese ve dediğini yapsa kaç kişi izler bu filmleri?

U.Ö: Aslında, bir sinema kültürünün olmadığından bahsediyorsunuz.
Z.D: Masumiyet filminin -yanlış hatırlamıyorsam- Aydın’ın bir ilçesinde belediye tarafından bedavaya oynatıldığını ve yuhalandığını hatırlıyorum. Halk o kadar sıkılmış ve sinirlenmiş ki, filmi yarıda kesip yerine başka bir ticari film koymak zorunda kalmışlar. Şimdi bu adama da bir şey diyemiyorsun. Adamın keyfinin kahyası olamayız; benim filmimi izle diyemezsin. Yani durum pek iyi değil, hatta çok vahim ve trajik.
Sovyetler Birliği’nin en baskıcı olduğu dönemde bile Tarkovski gibi muhaliflerin filmleri epey bir sinemada vizyon görüyordu. Garanti altındaydı. Yapımını devlet üstleniyordu. Andrei Konchalovsky’nin bir röportajını okudum. “Şimdiki liberal ve özgür rejimde Tarkovski o filmleri çekebilir miydi” diyor. Çekemezdi. Zaten sonra Rusya’dan kaçıp Tarkovski Avrupa’ya gitti, hem de İsveç gibi demokrat ve sanatsal bir ülkede film yaptı, başına gelmeyen kalmadı. Ama o beğenmediğiniz faşist Sovyet hükumeti Ayna’yı yaptı, dindarlığın en üst düzeyi olan Stalker o dönem yapıldı, Nostalgia o dönem yapıldı. Yani, işin aslı halk böyle istiyor ve sorgulamaya buradan başlamak gerekiyor.
U.Ö: Çok keyifli bir röportaj, sohbet oldu. Çok teşekkür ederiz.


kaynak: filmloverss


Viskningar och rop, 1972 (Replik)

Buraya gel, Marie. Kendine aynada bak. Çok güzelsin. Önceden olduğundan da güzelsin. Ama çok da değiştin. Nasıl değiştiğini görmeni istiyorum. Şimdi gözlerin yandan, hızlı bakışlar atıyor. Eskiden düz bir şekilde açık ve dürüst bakardın. Tenin solmuş, makyaj yapıyorsun. Zarif, geniş alnında kaşlarının üstünde dörder çizgi var. O kırışıklar neden oldu biliyor musun?
- Hayır.
Kayıtsızlık, Marie. Ve gözlerinin altına bak. O keskin ama zor fark edilir çizgiler, senin sabırsızlığını gösteriyor.
- Bütün bunları yüzümde gerçekten görüyor musun?
Hayır, beni öptüğünde hissediyorum. 
- Benimle dalga geçiyor olmalısın. Kanıtlar ortada, görünüyor.
Gerçekten mi? Nerede?
- Kendinde. Çünkü sen ve ben birbirimize çok benziyoruz.

The Viking Progress - La Divine

90 minutter (2012)



Yönetmen:  Eva Sørhaug | Fragman>>>

Musée Mécanique - Nothing Glorious

Betty Corrigall - The Magnetic North

Playlist, vol.29




1) Moby - Sleep Alone
2) D.A.R.K. - Loosen The Noose 
3) Timber Timbre - Trouble comes knocking
4) Lendi vexer - Looking for my time
5) Cinephile - What Becomes Of Us
6) Emancipator - Natural Cause
7) Odetta Hartman - Batonebo
8) Broken Social Scene - Sweetest Kill
9) Tindersticks  - Second Chance Man

Woody Allen’ın Café Society Filminden İlk Fragman


Bu yılki Cannes film festivalin açılış filmi olarak seçilen Café Society’den ilk fragman 


Sonsuzluk ve Bir Gün, 1998 (Replik)

Bir Zamanlar Anadolu'da, 2011 (Replik)