La cinquième saison, 2012



    Yönetmen: Peter Brosens, Jessica Woodworth | Fragman>>>

Leonard Cohen - Almost Like the Blues

Pazartesiyi çekilir kılan albümler #06


     Melpo Mene - Bring the Lions Out (2008)



    Marissa Nadler - July (2014)



   The Coral - The Curse of Love (2014)



   The Paper Kites - States (2013)

Playlist, vol.17



Roy Andersson’la Söyleşi: “Meşe Ağacı ve Aptallık”


Roy Andersson İkinci Kattan Şarkılar ile 2000 yılında başladığı yolculuğun üçüncü durağında. İnsanları Seyreden Güvercin’de yaşam ve ölüme dair tefekküre dalan yönetmen, bizden de kuşlar, palyaçolar, mizah ve gerçekçilik gibi konular üzerine fikirlerini esirgemedi. Film 26 Aralık’tan itibaren sinemalarda.

Söyleşi: Evrim Kaya

Andersson önemsizliklerden, kırılganlıklardan oluşan tedirgin bir epik kuruyor. İç sızısı ile kahkaha onun filmlerinde neredeyse hayatın kendisinde olduğu kadar rahatça iç içe geçiyor. Son filme temel duygusunu veren ölüm ise, neredeyse sempatik ama ısrarcı bir dost gibi, insanın yakasını bırakmıyor. Başkalarından da duydum; filmden çıkan kimilerimiz bir süre soluk renkli bir Andersson kentine misafir oluyor. Yönetmenle hem filmi, hem en geniş anlamıyla insanları konuştuktan sonra bir başka söyleşiye doğru koşmak üzere deniz kenarındaki aydınlık kafeden ayrılırken ayağımın dibinde ölü bir güvercin gördüm. Gerçek miydi, yoksa sinema tanrılarının küçük bir şakası mıydı, hâlâ merak ediyorum.


İnsanları Seyreden Güvercin’in bugüne dek aldığı eleştiriler nasıl?
Şimdilik sadece İsveççe eleştirileri okudum, onlar da çok olumluydu.

Eleştirileri önemsiyor musunuz?
Çok önemsiyorum. İyi eleştiriler filmin ekonomik değerini etkiliyor çünkü.

On beş senelik bir üçleme nihayet tamamlandı. Bu filmi ilk iki filmden ayıran şey nedir?
Bu film önceki iki filmden daha şakacı. İnsanların hem eğlenmesini hem de biraz rahatsız olmalarını umuyorum. Kendilerini güvende hissetmesinler istiyorum. Bu hiç değişmedi. O anlamda ilk iki filmden çok da farklı değil aslında.

Filme adını veren güvercini en başta görüyoruz. Doldurulmuş bir kuş bu. Nereden çıktı güvercin?
Güvercin kendimin bir yansıması. Bir gün mutfakta oturmuş filmin fikrini doğru şekilde ifade etmeye çalışıyordum. Bir şekilde tıkandım, ilerleyemiyordum. Birden pencereden dışarı baktım ve bir güvercin gördüm. Benimle aynı yükseklikte bir dala oturmuştu. Kuşlar insanlara yukarıdan bakıyor gibi geliyor bana hep. Belki o güvercin de şu anda o dalda oturmuş hayatın anlamını ifade edecek bir cümle bulmaya çalışıyordur diye düşündüm.

Şimdi nasıl ifade ediyorsunuz o fikri? Hayatın anlamı nerede gizli?
Üç ana teması var filmin. Dönüp dolaşıp geri geldiğim meseleler bunlar. İlki kırılganlık. İnsan çok kırılgan bir şey. Bunu gizlemeye çalışırız ama genelde beceremeyiz. İkincisi aşağılanma. Birilerinin aşağılandığını görmekten nefret ederim. Üçüncüsü de empati eksikliği. Hepsi de birbiriyle bağlantılı temalar elbette. Kırılgan varlıklar çok çabuk rencide olur. Empati yokluğu beraberinde başkalarını aşağılamayı getirir. Empati yokluğu zamanımızın en büyük derdi bana göre. İnsan deyince aklıma bu üç şey geliyor. Hayatın anlamı da buralarda bir yerde…

Aptallıktan da çok yakındığınızı duydum.
Çeşit çeşit aptallık var. En kötüsü uzun vadeli bir perspektifin yokluğu, bu çok tehlikeli bir şey. İnsan kendini gelecekten sorumlu hissetmiyor artık. İsveç’te kimse meşe ağacı dikmiyor. Çünkü meşenin yetişmesi yüz yılı buluyor. Bin yaşında meşe ağaçlarımız var oysa, birileri onları dikmiş. Artık kimse gelecekle ilgili o perspektife sahip değil maalesef. Çağımızın büyük bir yarası…

Yine de cahil ya da aptal da olsalar, o karakterlere sevgiyle yaklaşıyor gibisiniz.
Ben herkesi seviyorum galiba. Herkes aslında çok kırılgan çünkü. Bazıları diğerlerinden daha önemli olduğunu sanacak kadar kibirli olsa da uzun vadede bu kibir mecburen kayboluyor.

Bugün geldiğimiz noktada insanlığın durumunu nasıl görüyorsunuz?
Riskli bir durumdayız. Ukrayna krizi mesela. Ama beni en çok korkutan daha ziyade Asya’da olup bitenler. Filipinler, Japonya, Çin gibi ülkeler büyük bir değişimden geçiyor. Suyun altında petrolün olduğu bu bölgelerde olanlarla yeterince ilgilenmiyoruz ama orada olanlar aslında hepimizi derinden etkiliyor ve ortada büyük bir risk var. İsveç’te herkesin gözü Rusya’da ama ben Rusya’yı hiçbir zaman öyle çok tehlikeli görmedim. Sovyetler Birliği hiç kan dökülmeden barış içinde yıkıldı. İsveç ise hemen Baltık ülkelerine silah göndermeye başladı. Bence çok agresif bir tutum içindeydik. Agresyonu başlatan Batı oldu. Halbuki ortalığı yatıştıracak hareketler içinde olmamız gerekirdi. İsveç tarihi boyunca Ruslardan korktu. Sanki Finlandiya, Baltık ülkeleri, İsveç, hepsi tek bir ülke gibiydi de bir duvarın arkasında da korkunç Ruslar vardı.

İnsanları Seyreden Güvercin’in güncel siyasetle bağları varsa bunu üstü kapalı bir şekilde yapıyorsunuz. Ama bir tezat yaratırcasına, sömürgecilik tarihine dair çok sert bir sahne var.
Tarihin suçlarıyla bağımız kopmadı, hâlâ suçluluk duymamız gerekiyor. O sahne elli yıldır aklımdaydı. Hiçbir duygusallık olmadan çekilmesi de çok önemliydi. İngiliz sömürgeciler Afrikalı esirlerini ölüme gönderirken çalan müziğin absürdlüğü suçu hafifletmek bir yana ağırlaştırıyor bence. Bir sanatçı utanç duygusu yaratabiliyorsa iyi bir sanatçıdır. İnsanları utandırmaya çalıştım.

Filmlerinizin kendine has kısa diyaloglara dayanan bir mizahı var. Ne ölçüde İsveç’e özgü bir mizah bu?
İsveç yoksul köylülerden oluşan bir tarım toplumuydu. Soylular dışındaki halkın hiç eğitimi yoktu. Soğuk ve yoksulluk çok belirleyiciydi. Çok az konuşan bir toplumdan söz ediyorum. İsveçliler sessizliklerini nadiren bozarlar.

Soğuktan dolayı tutumlu davranmaya mı çalışıyorlar?
Yazı bekliyorlar. O da nedense gelmiyor bir türlü. Finliler de böyledir mesela.

Üçlemeye girişmeden önce sinemaya neden uzun bir ara verdiniz?
Arada iki tane ilginç kısa film çektim, üçlemeye çok benzer filmlerdi bunlar. Ama genelde reklamlarla meşguldüm. Çünkü ikinci uzun metrajımdan sonra iflas ettim. Çok kötü eleştiriler çıktı. Kimse bana destek olmak istemedi, devletten de fon alamadım. Açıkta kaldım. Reklamlar sayesinde kendi ayaklarımın üzerinde durabildim, kendi şirketimi kurdum. Hem de kendi tarzımı geliştirmiş oldum. Tek plan tarzının temelinde, çektiğim reklamların bir sigorta şirketi için olması yatıyor olabilir. Bence sigorta benim için şahane bir konuydu. İnsan kusursuz olmadığı için sigorta diye bir şey vardır. Eşyaları düşürürüz, kendimizi yaralarız. Hepimiz yerçekimine karşı kırılganız. Yerçekimini anlaşılır kılmak için de plan sekans gerekir, kurgu masasındaki müdahaleler yerçekiminin mantığını zedeler.

Filmlerin hepsinde beyaz yüzler, solgun renkler çok belirleyici.
Bana beyaz yüzler daha evrenselmiş gibi geliyor. Sirkteki palyaçolar gibi: Ona bakan bütün izleyicileri temsil eder palyaçonun yüzü. Beyaz yüzlerle Shakespeare oynanan Japon tiyatrosu da böyledir. Bence “olmak ya da olmamak” repliği en güzel beyaz bir yüzle söylenir. Gücü artar bu sorgulamanın.

Sürekli ölüm konusuna geri dönüp duruyorum. Bu film de ölümle üç buluşma sahnesiyle başlıyor. Çünkü hakkında şaka yapabilirseniz ölüm korkutucu bir şey olmaktan çıkar gibi geliyor bana. En azından benim korkum azalıyor. Mesela şarap açarken ölmek iyi bir ölme şeklidir. Elbette şarabın tadına bakamadan ölmek acıklı bir şey ama ölmeden önce aklınızdaki son düşüncenin “birazdan o mantarı çıkarıp şarap içeceğim” gibi bir şey olmasından daha güzel ne olabilir?

Nelerden ilham alıyorsunuz?
En büyük ilham kaynağım elbette hayatın kendisi. Çok merak ederim insanları; çok dikkatli, çok yoğun duygularla gözlem yaparım. Bir de resim tarihinden ilham alırım. Daha gençken gerçekçiliğe hayrandım. “Bir sosyalist böyle olmalı” diye düşünüyordum herhalde. İşçi sınıfından geliyorum, komünist realizmle bağlarım hiç kopmadı. İşçi sınıfı Sovyet realizminden başka şeylere burun kıvırır. 80’lerin ortasında, on beş senedir filan sinema yapıyorken gerçekçilikten bıktığımı fark ettim. Bir gecede bırakmaya karar verdim. Onun yerine yoğun soyutlamalar yapacaktım. Rüyalardan bahsetmeye bile cesaret etmeliydim; insanlık için küçük, benim için büyük bir adımdı bu. Rüya sahneleri yapınca çok özgürleştiğimi fark ettim. Rüyalarda her şey mümkündür. Buñuel’i, De Sica’yı, Fellini’yi, Beckett’ı çok severim. Bu filmde de ‘Godot’yu Beklerken’in etkilerini saklamadım. Saçma sapan konuşmalardan oluşan üç saatlik bir oyundan daha iyi ne yapılabilir? Kendimizi en iyi gördüğümüz diyaloglar bunlardır.

Üçlemede anlatmak istedikleriniz tamamlandı mı?
Hayır, üçlemenin dördüncü filmine başladım bile.

Kaynak: Altyazı Dergisi (Aralık Sayısı)

20,000 Days on Earth, 2014

Yönetmen:  Iain Forsyth, Jane Pollard

20.000 gün yaşayan biri kaç yaşındadır? Görsel sanatçılar Iain Forsyth ve Jane Pollard, çektikleri bu ilk uzun metrajlı filmde kurmacayla gerçekliği birleştirerek uluslararası kültür ikonu, müzisyen ve senarist, bu dünyaya gelmiş en ilginç sanatçılardan Nick Cavein 24 saatini anlatıyorlar. Nick Cavein hem konu hem de başrol olduğu film, sanatsal yaratım sürecine mahrem bir bakış atarken aynı zamanda bu dünyada yaşadığımız süreyi iyi kullanıp kullanmadığımızı sorgulamamızı da istiyor. Cave’in sözlerini yazdığı ve ilk melodilerini oluşturduğu bestelerini nasıl canlı bir şova dönüştürdüğüne şahitlik ettiğimiz filmde; sanatçının Kylie Minogue, Warren Ellis ve Ray Winstone gibi isimlerle yaşadığı anlardan samimi ve şık kesitler izliyoruz.


33. İstanbul Film Festivali’nden FIPRESCI Ödülü kazanan film, Sundance Film Festivali’nden de En İyi Yönetmen ve En İyi Kurgu ödülleri ile dönmüştü.

Good Bye Lenin!, 2003


   Yönetmen: Wolfgang Becker | FRAGMAN>>>

My Morning Jacket - Dondante

Bruce Springsteen State Trooper

Klass, 2007


  Yönetmen: Ilmar RaagFRAGMAN>>>






Blouse - Into Black

Perfect Sense, 2011 (Replik)

Artık iki tür davranış biçimi var. Bir tanesi sokaklarda koşturup ellerine geçirebildikleri ne varsa alan insanlarınki. Dünyanın sonunun geldiğine inanan insanlarınki. Bir de diğer şekilde davranan insanlar var. İneklerini sağan çiftçiler. Görevlerinin başındaki askerler. Hayatın bir şekilde devam edeceğine inanan zaten aksi halde ne yapacaklarını bilemeyen insanlar. İnsanlar kendilerini en kötü ihtimale hazırlıyorlar. Ama en iyi ihtimalin gerçekleşmesini umuyorlar. 

Playlist, vol.16




1) Wake Owl - Days In The Sea
2) Spain - Nobody Has To Know
3) Cat Power - Dark End of the Street
4) Beck - Lost Cause
5) Madrugada - This old house
6) Angus and Julia Stone - Black Crow
7) Other Lives - For 12 
8) Kings of Convenience - Parallel Lines
9) Trespassers William - Vapour Trail
10) Songs: Ohia-Coxcomb Red
11) Young Hunting - Maze
12) Lily & Madeleine - Come to Me
13) Midlake - The Old & The Young
14) Stereo Skin - Roken is Dodelijk
15) Devendra Banhart - Never Seen Such Good Things
16) Wilco-Sky Blue Sky 

Before I Disappear, 2014



    Yönetmen:  Shawn Christensen | Fragman>>>

Prague, 2006


    Yönetmen: Ole Christian Madsen | Fragman>>>

Du Levande, 2007


   Yönetmen: Roy Andersson |  FRAGMAN>>>







Dikkate değer "ARALIK FİLMLERİ"

Clouds of Sils Maria (2014) | Yönetmen: Olivier Assayas


The Cut (2014) | Yönetmen: Fatih Akın


White Bird in a Blizzard (2014) | Yönetmen: Gregg Araki

En duva satt på en gren och funderade på tillvaron (2014)
Yönetmen:  Roy Andersson

Deux jours, une nuit (2014)
Yönetmen: Jean-Pierre & Luc Dardenne









Wristcutters: A Love Story, 2006


   Yönetmen: GORAN DUKİC |  FRAGMAN>>>

J'ai tué ma mère, 2009


   Yönetmen: Xavier Dolan | FRAGMAN>>>



Withnail & I, 1987


   Yönetmen: Bruce Robinson | FRAGMAN>>>



Frank, 2014

Yönetmen: Lenny Abrahamson

Yeni filmi Frank ile Abrahamson, bu sefer bizi eksantrik bir müzik grubunun içine sokuyor. Rehberimizse, grubun yeni üyesi olan, genç ve hevesli müzisyen Jon. Grubun en ilginç özelliğiyse, lideri (ve filme adını da veren) Frank. Michael Fassbender’in canlandırdığı Frank, kafasında devasa bir maske taşıyan ve koyduğu ilginç kurallarla grubu bir arada tutan ilginç bir figür. Müzik dünyasına adımını atmanın yollarını arayan Jon’un ayağına reddemeyeceği bir fırsat gelir. Sıradışı bir müzik grubunun klavyecisi ekipten ayrılınca Jon onun yerini alır. Grubun solisti Frank’e duyduğu hayranlık ve yaptıkları müziği dünyaya duyurma hevesiyle Youtube kanalından her gün bir video paylaşmaya başlar. Ancak grup üyelerinin bu olaydan haberdar olmasıyla güzel günler geride kalır ve maskelerin ardına gizlenen yaşamlar bir bir su yüzüne çıkmaya başlar.